Yaşam, ölümü kabullenmekle başlar
Elma ağacının altında oturan Newton oluyorum bazen. Alıp başımı uzaklara gidiyorum... Öylece oturup, yemyeşil boşluğa, ardındaki sınırsız ufka bakıyorum... Önce kuşların sesleri duyulmaz oluyor, kalp atışım kesiliyor bir zaman sonra. Gökyüzünde salınan bulutları duyuyorum...
Tam o sırada, içimdeki sonsuz düşünce ağacından büyükçe bir meyve kopup kafama düşüveriyor; içimde büyüyen bir ses oluyor...
Küçücük bir ittirmeyle ardı ardına devrilmeye başlayan domino taşları gibi; sonu gelmeyen Haikular döküyor gözlerimden.
“Birkaç haftaya 45 bitiyor,” diye fısıldıyor o ses.
“Bir daha geri gelmeyecek 45 yıl eksildi hayatından."
Aynadaki yüzüm yaşımı belli etmeye başlamış, görüyorum. Kırlara ya da kırışıklara takıldığımdan değil; bu dünyada geçirdiğim zamanı anımsatıyorlar bana. Mucizevi yolculuğumu yüzüme vuruyorlar.
“Hayatının bir sonu var, farkında mısın?"
Bir zamanlar ufacık bir çocuktum; turuncu bir halının üstünde, babasının armağanı sarı bir vinçle oynayan. Annesinin gülen, mutlu gözlerine bakıp huzurla uykuya dalan. Ölüm diye bir şey bilmezdim o zaman. Öyle ağır şeyleri tutacak kadar büyük değildi ellerim.
Hem gücüm de yoktu; tutmaya kalksam da düşürürdüm.
40 yıl geçti üzerinden o resmin... Şimdi koskoca bir adamım...
Adam da ne demekse!?
“Daha kaç yılın var dersin?"
Ya şimdi? Şimdi hazır mıyım?
Tanrım! Ne çok hata yaptım... Saçmasapan şeylere harcadım ömrümü kimi zaman... Değerini bilmem gereken onca şeyi, egomun çöplüğüne fırlattım. Hunhar bir köpekbalığı gibi; zevk için öldürdüm iyi niyetleri.
Neden?
Bilmiyorum. Mecbur olduğumu sanmıştım belki... Belki de o an yapmam gereken şeyin o olduğunu düşünmüştüm...
Olsun! Sönmüş volkanların arkada bıraktıkları kapkara lav izleri gibi; hatalarım da kabuk kabuk yol olmuş hayatımda... Onlarla barışığım.
Ve galiba bu da hazırlığımın bir parçası.
“Yaşamı anlıyor musun?” diyor ses bu kez, “Yaşam nedir, biliyor musun?"
"Yanlış anlama;” diye de ekliyor arkasından, kibarca.
“Herkes için geçerli olacak tek bir tanımın peşinde değilim."
Kahverengi gözlerim köpük köpük... Onlar, 45 yıldan görünen izler taşımıyorlar. Dosdoğru içlerine bakarak sorusunu iyice netleştiriyor; "Senin tanımını soruyorum."
Önce ölümden söz ediyor, sonra kalkıp hayatı soruyor bana! “Ne olmuş? Yaşam da böyle değil mi?” diyor, “Her ikisi de yok mu içinde?"
Yaşamı anladığımı göstermek istiyorum ona. Belirli bir yaştan sonra da olsa.
Artık aldığım nefesi kullanıyorum diyorum. Yaşam amacımın peşine düştüm; evet, belki geç oldu ama sonunda düştüm diyorum...
Kazandıklarımı hayat boyu paylaştım, hâlâ da paylaşıyorum diyorum...
Aydınlığım ne kadarsa, onunla herkese faydalı olmaya çalışıyorum diyorum...
Ve daha bir sürü şey söylüyorum...
Laf kalabalığında kalmış, sıkılmış görünüyor. Bir çırpıda beni alıp gökyüzüne çıkarıyor...
Dünyaya en yüksekten bakıyoruz şimdi. Aceleyle oradan oraya koşuşan... Kibiriyle kabaran... Haksızlıklarla boğuşan... Bombalarla yok olan... Açlıktan ölen... İnanç uğruna öldürülen...
İnsanlar görünmüyor buradan.
Yumuşacık meltem esintisinin böyle muhteşem bir sesi olduğunu bilmezdim. Günışığının fısıltılarını da duymamıştım daha önce. Sözlerinde milyonlarca yılın bilgeliği saklı. “Yaşamak için ölümü kabullenmek gerek.” diyor rüzgâr. “İnsan, tarihi boyunca yaşamayı ölümden kaçmak sandı.” diye ekliyor güneş, "Ölümü yok saydı." Yok saydı! diye tekrarlıyor bulutlar, hep bir ağızdan... “Oysa yaşama anlam katan, ölümdür."
Bunu söyledikten sonra susuyor rüzgâr... Anlamamı bekliyor, belli ki. Günışığı gözlerimden çekiliyor. Bulutlar sarıp sarmalıyor beni.
Hakkı var diye düşünüyorum. Ölüm kapımızı çalana kadar yaşam bedavaymış gibi yaşamıyor muyuz?
Fabrika, ev, araba, bankada para... Hepsine bir fayda süresi biçmiyor muyuz?
Faizdeki paramızın vade sonunu kaçırmıyor, şirketlerimizin verimliliğini artırmaya kafayı takmaktan vaz geçmiyor, evimizin rayiç bedeli yüksek olsun diye yırtınıyoruz...
Peki ya yaşamımızın rayiç bedeli, verimliliği... Onun vade sonu ne olacak?
“İnsan, ölümü kabullendiğinde yaşamaya başlar” diyor günışığı, usulca yeniden gözlerime sızarken. “Çünkü o zaman bu dünyadaki son günü gelmeden önce yaşamıyla her ne yapacaksa; onu bulmaya, onun için çalışmaya -her şeyi göze almak pahasına- cesaret edebilir."
Steve Jobs’un gökyüzünde ahenkle yankılanmayı sürdüren sözleri geliyor kulağıma: “Aynaya bak ve kendine sor: Bugün yaşamdaki son günün olsaydı, hâlâ yapmak üzere olduğun şeyi yapar mıydın?” Son birkaç yıldır eskisine göre çok daha az “Hayır” yanıtı aldığıma şükrediyorum!
Rüzgâr ve güneşe hak veriyorum. Bir mucizeyi yaşıyor insan... Her nefeste. Farkına varmak gerek bunun... Ölümle birlikte. Çünkü kimimiz hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. Farkında olmadan, var olan en büyük mutsuzluğu en sona saklıyor.
Şöyle bir söz var ya hani; hiç ölmeyecekmiş gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et.
Ben de diyorum ki; yarın ölecekmiş gibi yaşamıyorsan eğer, dur ve düşün! Çünkü aldığın nefesin de bir sonu var.
Cok etkileyici,kaleminize yureginize saglik.